21 Haziran 2013 Cuma

MİRAÇ MUCİZESİ / BÖLÜM -1-

Ne kadar kutlu bir zaman ve mekandayız bu aylar içinde ne kadar kutlu zaman ve mekanlara girmek üzereyiz. Kutlu ayımız Ramazan-ı Şerif yaklaştı. Bu zamanlarda yazılacak en güzel şey beklide Sevgili Peygamberim ‘izi anlatmak. Bizi İslamiyet gibi bir dinle şereflendiren ve Sevgili peygamberimiz S.A.V. ümmet olma mutluluğuna erdiren Rabbimize hamd olsun.
Bu günlerde başka bir şey yazmak gelmedi içimden her okuduğumda tüylerimin diken diken olduğu ve ağlamaklı olduğum Miraç mucizesini paylaşmak istiyorum sizlerle. İsterdim ki kendi kelimelerimle yazayım. Ama okudukça acizliğimden utanan ben birde böyle kutlu bir şeyi anlatma cüretinde bulunamadım açıkçası. Bunu en güzel anlatan yayınlardan biriyle paylaşmak istedim Hakikat Yayın evinin “Sevgili Peygamberim “ serisinde Miraç o kadar mükemmel anlatılmış ki üzerine söz söylemek haddim değil…

Şimdi sizleri bu güzel anlatımın birinci bölümü ile baş başa bırakıyorum ve eminim diğer bölümleri merakla bekleyeceksiniz. 
MİRAC’A HAZIRLIK
Sevgili Peygamberimiz, onuncu yılda Şevvalin yirmiyedinci günü yanına evladlığı Zeyd bin Harase'yi de alarak Taif'e gittiler...
Belki, bu şehrin insanlarını Müslüman yapmak mümkün olurdu... Bu ümidle önce Beni Bkr ve Vayil kabilesine vardılar; dini islamı anlatıp nasihat ettiler. Allahü teala'dan bahsettiler, son Nebi olduklarını açıkladılar...
Fakat hiç bir şey tesir etmedi; kimse iman şerefine kavuşamadı. bu iki kabilede netice alamayınca Kahtanlılara gittiler... Anlattılar, anlattılar. bu kabile mensupları azcık yumuşar gibi oldularsa da vazgeçtiler. Büyük Peygamber ümidlerini kırmayarak Zeyd radıyallahü anh ile birlikte Sakif kabilesini buldular.
Sakif'in üç büyüğü vardı; üç kardeş: Abdi Yalil, Mes'ud, Habib...
Aziz peygamberimiz, Sallallahü aleyhi ve Sellem, bunları hidayete çağırdı; kendilerine dinimizi izah buyurdu. Fakat kalpleri mühürlü bu adamlar, Efendimize hakaret ederek; nefret kusmaya başladılar:
Taif sert kayalıklar gibi. Bu sözler, taşlara kayalara anlatılsaydı belki o cansız varlıklar çatlardı ama işte Kureyş kafirlerinden sonra Taif müşrikleri de insafsız bir katılık içindeydiler. yüce peygamber, Taif'de bir miktar olsun taraftar kazanacağını tahmin etmişti; fakat ne yazık ki onardan umduğu anlayışı bulamadı.
Ahiz zaman Nebisi, Hazret-i Zeyd ile birlikte elem ve kederler içinde yeniden Mekke yoluna çıktı. Az bir mesafe almışlardı ki atılan taş ve yuha çığlıkları ile ürperdiler. bir sürü serseri iki gece olarak yol kenarına dizilmiş, insanlığı kurtuluşa çağıran Hak Peygambre sövüp sayıyor ve eteklerine doldurdukları taşları gözleri döne döne savuruyorlardı.
-Deli, büyücü! Demek Peygambersin ha! Hadi taşlar sana değmesin öyleyse!...
Zeyd, radıyallahü anh, nur etrafında dönen pervane gibi Sevgili Peygamberimizin çevresinde fır dönerek zalim taşlara hedef oluyor ve Peygamberini korumaya uğraşıyordu.
Fakat ne mütecavizler üç beş kişi, ne taşar beş on tane... Yağmur gibi taş yağıyor.
-Yapmayın, etmeyin, yalvarıyorum, biz size ne yaptık, sonra pişman olacaksınız atmayın, bu suçu işlemeyin, ilişmeyin bize, bırakın yolumuza gidelim!
Hazret-i Zeyd, bir taraftan Peygamberimizi hedef olmaktan kurtarmaya çabalarken aynı zamanda saldırgan sürüsünü de iknaya çalışıyordu...
Ama laf anlayan olmadığı için kendisi ve Peygamberimiz kanlar içinde kaldı.Efendimiz ayağından, fedakar Zeyd başından yaralanmıştı...
Taş atıp yuha çekenler öylesine zalimdi ki Sevgili Peygamberimiz, yapılan hücumlardan dermansız kalıp yere oturmak zorunda kaldığında ayağa kaldırıp zorla yürütüyor ve taşlama ve yuhaya devam ediyorlardı... Allah'ın hikmeti bunlar Mekke müşriklerinden beter çıkmıştı. Taif zulmü iki garip yolcunun düşe kalka yaralana yaralana kanlar içinde Mekke ile Taif arasında Batni Nahle isimli yere varmalarına kadar sürdü. Buraya geldiklerinde bir bağ gördüler ve kendilerini yorgun ve bitkin bir halde bir asma gölgesine attılar...
Sevgili Peygamberimiz biraz dinlendikten sonra kanlarını sildi, abdest aldı ve iki rekat namaz kıldı. Ve o an bile yüce Allah'a ne güzel dua etti.
-Ya Rabbi; sana zaaf ve aczimi arz ederim. Sana muhtacım. Merhametlilerin en merhametlisi, keremlilerin en keremlisi sensin. Kusurların mazeretini sen kabul eder, yolunu şaşırmışlara sen hidayet verirsin. Sen, kalbi kırıkların sığınağısın. Ey Allah'ım dualarımı da ancak sen kabul edersin. Halbuki bakaları benden yüz çevirir ve kalbimi kırar. Ya Rabbi hatalarım sebebiyle affına sığınıyor; rızanı istiyorum. La havle vela kuvvte illla billahil aliyyilazim...

Taif vahşetinden dönen Sevgili Peygamberimiz ve Haris bin Zeyd, Mekke'ye gece gelmişlerdi. Şehir uykuda... Tek tek bazı evlerden zayıf sarı ışıklar sızıyor. Uzaklardan gelen cırcır böceklerinin sesi, bir neşe vermiyor. Köpekler, gecenin yalnızlığına doğru uzun uzun ama tedirgin havlıyor. Gökyüzünün derinliğinde ürperen yıldızlar bir tehlikenin habercisi gibi. her köşe başı beklenmedik bir tuzak olabilir.
Bu sebeple Hace-i Kainat, sallallahü aleyhi ve sellem Zeyd radıyallahü anhı bir münasib yerde eve yollarken kendisi muhtemel takipçilerine karşı iz değiştiriyor.
Mekke müşrikleri, Taif'de yapılanlardan ayrıca cesaret buldukaları için her çılgınlıgı fütursuzca işleyebilirler. Gece kanlığında yapılacak bir suikast... Hayır! Allah korusun...
Bunun için Peygamberimiz amcasının kızı Ümmi Hani'nin kapısını çalıyor.. Serin bir rüzgar hışırtısının uyutuğu gecede dikkat çekmeyen küçük tıklamalar. Bütün mekke gibi Ümmi Hani'nin evinin kaç kere daha vurulunca içerden beklenen ses işitildi. Ümmi Hani soruyor:
-Kim o?
-Muhammed! Amcan oğlu.. misafir kabul eder misin?
O, henüz müslüman değil ama bir büyük insanın kapısına gelmesinden son derece heyecanlı. Aceleyle cevap veriyor:
-Kabul ne kelime... Senin gibi doğru sözlü, emin ve asil bir insanın şu haneyi şereflendirmesinden kıymetli ne olabilir? Buyur.
Efendimiz teşekkür ederken Ümmi Hani hayıflanıyordu:
-Keşke geleceğini bildirseydin; yemekler hazırlardım. Şimdi yiyecek ir şey yok. Ne aksilik ama... tüh... keşke önceden haberim olsaydı!...
Halbuki O, öylesine ızdıraplı anlar yaşadı ki üzüntü ve yorgunluktan yemeği hatırlayacak halde değil. Mecalsiz bir vaziyette.. Ama bu halde bile tek eyi düşünüyor...Bir tek şeyi: Allah'ı ve O'nun razasını.
-Ne yiyecek istiyorum ne içecek. üzülme ve hiç bir şey için zahmet etme. Rabbime ibadet edeceğim; O'na yalvarağım kadar emniyetli bir ye olsa kafi. Başka şey lazım değil.
Ümmi Hani, Resulullah'a münasip bir yer gösterdikten sonra kendisine leğen, ibrik ve namaz kılması için bir hasır verdi... Ve hayırlı geceler dileyerek ayrıldı.
Ev sahibesi şimdikendi odasında düşünüyordu:
-Amcazademin düşmanı çok. Onun buraya girdiğini görmüş veya duymuşlarsa mutlaka baskına kalkışırlar. Böyle bir şey yapılırsa şerefim iki paralık olur.
Evet; gerçekten şerefi iki paralık olurdu. Çünkü devrin adetine göre misafir en makbul şekilde yedirilir, içirilir ve her nevi tehlikeden korunur. Bunu yapamayan biri ise kimsenin yüzüne bakamaz.
Ümmü Hani, babasından kalma kılıcı alarak dışarıda nöbet tutmaya başladı. Usul usul evin etrafında geziniyor.
Yiğit kadın, dışarıda güvenliği temin ederken Sevgili Peygamberimiz, abdest alarak yatısı namazını eda etti ve Rabbine yalvarmaya başladı. Af diliyor; İnsanların iman etmesini niyaz ediyordu. Böylece bir hayli vakit geçti. Yorgunluk beşer kudretinin son sınırlarına gelmişti ve O, bugün en kederli zamanlarından birini yaşıyordu... Uyuya kaldı. Ama kendine has üstünlüklerden biri olarak gözleri uyuyor, kalbi uyumuyor.
Bu eve sığınmak çok mühim.
Bu yorgunluk çok mühim.
Bu uyku çok mühim.
Zira bunlar ilahi merhamete vesile ve tarihin en yüksek vakıalarından biri olan Miraç’a sebep oldu... Peygamberimiz Muhammed Mustafa sallallahü aleyhi ve selleme bu benzersiz nimeti bahşeden Allah'ımıza sonsuz hamd olsun...
Peygamberlik vazifesini aldığı andan şu ana kadar senelerden beri büyük bir imtihanda. İnsanlığı hidayete kavuşturmak için tatlanılan yüzlerce, binlerce sıkıntıya başka kim nasıl dayanabilir? O, sallallahü aleyhi ve sellem, muazzam bir sabır, müthiş bir tevekkül ve çelik gibi irade ile dayandı. En aleyhte, en tehlikeli, hatta hayatı pahasına olan şartlarda bile üzerine aldığı büyük vazifeyi asla taviz vermeden ifa etti. bunu ifa ederken de karşılaştığı sıkıntılardan, çektiği çilelerden dolayı en ufak şekilde şikayetçi olmadı. Aksine kendini kusurlu gördü. Rabbinin razasını kazanıp kazanmama hususunda endişelendi; af dilediş insanların saadeti için dua etti. Arkadaşlarını sabra ve en ağır şartlarda bile şükre alıştırdı. Her şeyi ile mücessem İslam ahlakı...
On seneden fazla bir zamandır dayanılmaz meşakkatlere tahammül eden böyle bir peygamber elbette ilahi mükafaatlara kavuşacaktır.
Allahü teala, Cebrail aleyhisselama buyurdu:
-Sevgili Peygamberim çok üzüldü. Vücudu yaralı, kalbi kırık. Ama o halde dahi düşündüğü tek şey benim rızam. Bu sebeple git Habibimi bana getir. Yolunda olanlara hazırlandığım cennet nimetlerini ve kendisine düşmanlık edenleri bekleyen azapları görsün.. O'nu bizzat ben teselli edecek ve kırık kalbini kendim tedavi edeceğim..
Cenab-ı Hak devam buyurdu:
-Bu geceki taat ve ibadetin Sevgili Peygamberimi davet olsun. kanatlarını cennet takıları ile süsle, hizmet kemerini tak, tacını giy. Melekler, semaları nur ile doldursun; sıdk ve safa nöbetçileri sevinç kösünü çalsınlar. Sekiz cennet tezyin edilsin. Cehennem yumuak ve sakin olsun. denizler ve rüzgar harekesizce dinlesinler.
Nuh, İbrahim, İsa gibi Peygamberlerin ruhları hazır olsun. Yeryüzündeki bütün kabirlerden azab kalksın. 
(DEVAM EDECEK)

Hiç yorum yok: